
Her sabah uyanıyoruz. Aynı şehir, aynı sokak, aynı pencere. Bir çoğumuz için bu tekrar eden düzen, güvenin ve huzurun ta kendisi. Ama dünya üzerindeki milyonlarca insan için bu sabahlara uyanmak, aslında huzurdan çok öte bir huzursuzluğa ve bilinmezliğe neden oluyor. Çünkü yeryüzünde insanı yerinden eden bir rüzgâr var ki hiç dinmiyor.
Göç, tarihin ilk gününden bu yana insanlığın gerçeği. Bu gerçek, çoğu zaman bir tercih değil, bir zorunluluk. Kimileri savaşın ortasında canını kurtarmak için çıkıyor yollara, kimileri yoksulluğun pençesinden kurtulmak için. Ve kimileri de çok daha sessiz, görünmeyen bir nedenden dolayı göç ediyor: Umudun peşinden.
Göç, bazen bir hayal, bazen de bir zorunluluk haline gelir. İnsanlar evlerini terk etmek zorunda kaldıklarında, karşılaştıkları dünya bambaşka bir yerdir. Birçok insan için göç, yalnızca ekonomik sebeplerle değil, aynı zamanda bir hayatta kalma mücadelesinin parçasıdır. Savaşın ortasında, bombaların ve mermilerin gölgesinde kalanlar, sadece yaşamlarını sürdürebilmek için düşerler yollara. Aslında bir bilinmezlikten başka bir bilinmeze doğru yol alırlar.
Çoğu zaman bu zorlu yolculuklarda bir anne çocuğunu, bir çocuk annesini ya da bir baba tüm ailesini kaybediyor. Televizyondaki bir göçmen haberinde ya da gazetedeki bir karede, bir çocuğun gözlerinde korkuyu, bir annenin bakışlarında endişeyi, bir babanın yüzündeki çaresizliği görebiliriz. Bu göç, seçilmiş bir yol değil, mecburiyetin ve hayatta kalma arayışının bir sonucudur.
Zorunlu göçe neden olan sebeplerden biri de yoksulluktur. Dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insan, en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için yola çıkar. Ekmek, su, barınak ve eğitim gibi temel insan haklarından mahrum kalanlar, geleceksizliğe mahkûm olmamak adına bilinmeyene doğru yürür.
Bu süreç, toplumsal yapıları dönüştürürken aynı zamanda korku, güvensizlik ve zaman zaman nefrete de yol açar. Göçmenler gittikleri ülkelerde çoğu zaman ekonomik bir yük olarak görülür ya da kültürel farklılıklar nedeniyle dışlanırlar. Oysa onlar, sadece çocuklarına daha iyi bir hayat sunabilmek, güvenli bir yer bulmak, barınacak bir ev edinmek ve geleceğe umutla bakabilmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar.
Son yıllarda sadece kriz bölgelerinden değil, Avrupa’nın göbeğinden, refah içinde görünen şehirlerden bile gençler bavullarını toplayıp başka ülkelere gitmenin yollarını arıyor. .Güvence arayışı, kariyer isteği, özgürlük hayali... Nedenler çeşit çeşit ama duygular ortak: belirsizlik, umut, korku, heyecan ve biraz da yalnızlık. Onlarınki bir tercih çünkü bir maceranın peşinden gidiyorlar. Başka coğrafyalardan heveslerini aldıktan sonra büyük kısmı kendi topraklarına, yuvalarına geri dönüyor.
Göçmen olmak, yeni bir hayat kurmaya çalışırken geçmişini, hatta hayatını kaplumbağa gibi sırtında taşımak anlamına gelir. Bir dili yeniden öğrenmek, yemeklerin tadını kıyaslamak, bayramları başka takvimlerde kutlamak demektir. Bazen çocuklarının kendi ana dillerini unutmasıyla gözyaşı dökmek, bazen bununla gurur duymak (çünkü bazı insanlar çocuklarının ana dilinin yabancı bir dil olmasından memnuniyet duyuyor… Bunu eleştirmiyorum. Belki bir gün başka bir yazımda bu konuyla ilgili detaylı bir yazı yazabilirim), bazen de yeni bir ülkede kendini baştan inşa etmeye çalışmak demektir.
Bu durum yalnızca göç edenleri değil, ev sahibi toplumları da dönüştürüyor. Kültürel etkileşim artıyor, toplumlar çoğulculaşıyor ama aynı zamanda yeni gerginlikler, önyargılar, dirençler de ortaya çıkıyor. Bir arada yaşamanın sınavı, her iki taraf için de zor. Empati, belki de bu yüzyılın en önemli anahtarı haline geldi (gelmeli).
Göç durmayacak. Dünya döndükçe, insanlar da hareket etmeye devam edecek. Önemli olan, bu hareketliliği nasıl yönettiğimiz, nasıl yaşanabilir ve adil bir hale getirdiğimiz. Çünkü herkesin bir evi olsun istiyoruz; güvenli, sıcak ve umut dolu bir ev. Ve kimse o evi mecbur kalmadan terk etmek zorunda kalmasın!